3 Ocak 2011 Pazartesi

Allah’ın emri ile ...

25 yaşımı doldurup, 26 yaşımdan gün almaya başlayalı birkaç hafta olmuştu. Bizim oralarda doğum günü kutlama adeti yoktur, hatta doğum günleri genelde bilinmez bile, fark ettirmeden öylece geçer gider yıllar. Birisine kaç yaşında olduğunu sorduğunuzda şöyle bir durup düşünmesi gerekir, kafadan bir dört işlem yapar, kendisi de şaşırarak söyler yaşını, hatta bazen hesabın içinden çıkamaz, sadece doğum yılının son iki hanesini veya kaç yaşında evlendiğini ve kaç çocuğu olduğunu söylemek ile yetinip “yaş problemi” çözme işini size bırakır,  kendisi de uzun zamandır yaşını hesaplamadığını ve zamanın nasıl da akıp gittiğini düşünmeye başlar, söylemez bunu size ama gözlerine yerleşen şaşkınlıkla karışık hüzünden anlarsınız. Ama bu kural benim gibi “evde kalma adayı” kızlar için geçerli değildir, bizim doğum yıllarımız, günlerimiz çevredeki tüm kadınlar tarafından bilinir  hatta özenle takip edilir ve fakat sürpriz partiler düzenlemek, çeşitli hediyeler almak, kutlamak için değil, geçen günlere yanmak, ahları, vahları arttırmak içindir bu takip. Tek bir sohbet düşünemezsiniz ki “ne olacak bu kızın sonu, hayırlısı ile bir kısmet çıksa da eversek” cümlesinin üzerine inşa edilmemiş, e hadi inşa edilmedi diyelim, yolunu o semte düşürmemiş.

25 yaşımı doldurduğum o günlerde başta sevgili annem olmak üzere, ki annem ve onun mutluluğu benim için hayatta her şeyden önce gelirdi, bütün sosyal çevremin üzerimdeki mürüvvet görme baskısı giderek artıyor, imalar, serzenişler, “bu kız kendi başına beceremeyecek” çıkarımı üzerinde devinerek aday arama ve tarama sürecine dönüşüyordu. Akşam oturmalarında kapatılan fallar, gündüz niyetine anlatılan rüyalar, çeşitli rastlantılardan yapılan çıkarımlar hep telli duvaklı, bol çeyizli, bir yastıklı günlerin yakın olduğunu müjdeliyordu. Fakat gel gelelim hiçbiri net bir tarih veremiyor, üç vakte kadar demekle yetiniyordu. Bu hisleri gerçekleştirmek, doğa üstü habercileri yalancı çıkarmamak için dört bir koldan bu konu üzerinde çalışılıyor, haftada en az bir – iki aday takdimi yaşanıyordu. Falanca teyzenin torunundan tutun da, filanca ablanın uzak bir şehirdeki oğluna,  yaşı ve konumu uygun olan herkes teker teker resmi geçit yapıyordu sanki. Bu uzun sohbetlerde aday adaylarının işlerinden, güçlerinden, kazançlarından, boylarından, poslarından, huylarından, ailelerinden detaylı olarak bahsediliyordu. İnsan merak etmeden edemiyordu, nasıl topluyorlardı bu kadar detay bilgileri ve acaba ne kadarı doğruları yansıtıyordu. Aklımdan aslında bu kadınların ne kadar iyi muhabir olacakları, enerjilerini doğru yöne yönlendirseler ne cevherler çıkacağı geçiyordu sürekli. Ama tabi bu düşüncelerimi kimse ile paylaşmıyordum. Zaten kurduğum karmaşık cümleler ve alışılmışın dışında fikirlerim nedeni ile arada bir ortamın bir tıp oyununa dönmesine neden oluyordum, en iyisi “ucube” gibi algılanmamak adına sesimi daha fazla çıkarmamamdı şüphesiz. Bu söylediklerimden adayları elimin tersi ile ittiğim izlenimi de çıkmasın, itmiyordum kimseyi, böyle görücü usulü evlenmeyi her ne kadar kendime yakıştıramasam, içime sindiremesem de, içten içe bu hayatı yalnız yaşamaktan korkuyordum. Aşk denilen duyguyu deneyimleyememe, bir erkeğin tenini hissetmeden göçüp gitme, en önemlisi de bir çocuk sahibi olma mutluluğunu yaşayamama fikirleri içimi ürpertiyordu. Sırf bu nedenden birbirini hiç tanımayan iki insanın böyle ısmarlama bir şekilde bir araya gelemeyeceğini, evlenmesinin ise bir mucize kadar uzak olduğunu kimseye anlatmıyor, birbirinden değişik adayların olumsuz yönlerini peşi peşine sıralamıyor, önemli olanın kimyaların tutması olduğunu dile getirmiyordum. Kimseye bir itirazda bulunmuyordum. Sadece yorumsuz kalma hakkımı kullanıyor, sessizce dinliyordum engel olamadığım bir tebessüm eşliğinde. O kadarı da kimsenin dikkatini çekmiyordu zaten.

Adayların ve aday adaylarının, sayısı inanılmaz derecede çoktu. İnsan “genç bir nüfus” ile neyi kastettiklerini  tam olarak anlıyordu, bir de son yıllarda milletimizin yaşlandığını söylüyordu uzmanlar, gelip görmeleri lazımdı bizim ilçeyi, evlenme yaşına gelmiş kız ve erkekleri. Tam bu noktada yine aklımda “garip” fikirler dansetmeye başlıyordu. Bu kadar yetişkin insanın bu işle meşgul olması, büyük verimsizlikti, bunun yerine belli bir mekan bu tanışmalar için tahsis edilebilirdi ve çeşitli  organizasyonlar düzenlenerek sosyalleşme sağlanabilirdi ve hatta bu daha da etkin olurdu, kendime engel olamayarak bu düşünceme “görmüş geçirmiş kadınlar” grubuna da açmıştım ama onlar beni bir nebze bile ciddiye almamışlar, kendileri ile dalga geçtiğimi düşünerek beni kovalamışlardı. Aday enflasyonuna rağmen bir türlü kimseyle denk gelememi de büyük oranda bu zamansız ve gereksiz ve anlamsız çıkışlarıma bağlıyorlardı. Adayların bir kısmı ile sadece birer kere görüşebilmiştim, ikinci kez görüştüğüm aday sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi, büyük bir kısmı ile ise ortaya çıkan çeşitli aksilikler nedeni ile daha bir defa bile görüşememiş, adaylıktan düşmelerini öylece izlemiştim. Küçümsenmeyecek bir süreden, 4-5 sene, bahsettiğimizi  düşünürsek annemin bu konudaki artan obsesifliğini de anlayabiliriz bir nebze. Bu takık ruh hali biricik annemi doğa üstü çözümlere yaklaştırıyordu adım adım. 25 yaşımı doldurmam ile birlikte ne zamandır kafasını kurcalayan “böyle olmayacak, kem göz var, kısmetini bağladılar.” sonucuna vardı nihayet. Ama tabi bunu bana hemen söyleyemedi, birbirini takip eden günlerde sonu hep bu cümleye çıkan kısa ve kestirme sokaklar çıktı önüme. Annemi üzmemek için, bir tarafımda yalnızlıktan korktuğu için çok şiddetli bir itiraz ile karşılamadım önerisini. Benim sessizliğimden cesaret alacağını ve acilen bir “hoca” ile görüştürüleceğimi adım kadar iyi biliyordum ki sağ olsun beni yanıltmadı.

Hocaya ben gelmeden önce hakkımda detaylı bilgi verilmişti. İyi bir eğitim almıştım ama evlenmeye engel değildi mesleğim, kadınlar için uygun bulunan birkaç daldan biriydi, bir bankada “müdür yardımcısı” olarak çalışıyordum, kazancım iyiydi, ama gereğinden fazla, müstakbel kocamı utandıracak fazlalıkta değil. Kaşım, gözüm yerli yerindeydi, şişman değildim, sıska olmadığım gibi, kıvrımlarım dikkat çekerdi ama ekranlardaki magazin güzelleri gibi de gereksiz miktarda göz alıcı değildim, yetenekli olduğum kadar annem tarafından iyi de yetiştirilmiştim, elimden her türlü ev işi gelirdi. Bugüne kadar birkaç gönül düşürmüşlüğüm olmuştu ama hiçbiri platonik bir aşkın ötesine geçmemiş, kimsenin eli elime değmemişti. Hakkımda çıkan tek bir dedikodu, tek bir kötü söz yoktu. Büyüklerime saygıda kusur etmez, yaşıtlarım ile iyi anlaşır, çocukları severdim. Ne bir eksiğim, ne fazlam vardı anneme göre. İdeal bir gelin adayıydım, ama nasıl oluyorsa oluyordu da, olmuyordu düğün derneğe sebep bir muhabbet. Bundan sonrası nefesi kadar, eli de kuvvetli hocaya kalıyordu. Bir üfleyip açacaktı çakralarımdaki tıkanıklığı. Akşam işten eve geldiğimde evde beni bekleyen “nur yüzlü” teyze, aldığı bilgiler doğrultusunda, benim için özel hazırlanmış bir su ile elimi yüzümü yıkayarak, arada bir karnıma ve kalbime dokunarak, özenle okuyup üfledi beni. Dişsizlikten yok olmuş dudakları aralıksız kıpırdıyor, arada bir başındaki beyaz tülbentin ucu ile ağzından akan suları siliyor, gözünü bir kapayıp, bir açıyordu. Bir yandan da başı ile geometrik hareketler  yapıyordu. “Eğleniyor mudur acaba?” diye geçiriyordum elimde olmadan içimden. Bu kültür fizik ağırlıklı seans sona erdikten sonra, yine bir geometrik şekil de elime tutuşturuldu ve ben o an neden bu işe bilim gözüyle baktıklarını anladım. İçinde bu kadar matematik olan bir şey şüphesiz bilim olmalıydı. Avucumun içine sıkıştırdığı, defalarca kez katlanarak minicik hale getirilmiş üçgen şeklindeki parçanın bana özel hazırlandığını, içinde bir dua olduğunu söyledi, boynuma takamasam bile, işe yaraması için tenimle her an temas edebileceği bir yerde taşımam gerekiyordu. Annemin de belirttiği gibi büyüklerime saygısızlık etmemek üzerine programlandığımdan, ve daha da önemlisi annemle uzun tartışmalara girmeyi sevmediğimden, çünkü asla kazanamayacağımı bildiğimden teşekkür ederek aldım ve odamın bir çekmecesine sakladım.

Ertesi günden itibaren annem büyük bir heyecan ile duanın etkisini göstermesini beklemeye başlamıştı. Sabahları neşeli kalkıyor, sanki bir yarışa katılacakmışım veya üniversite sınavına girecekmişim gibi, bol enerjili kahvaltılar hazırlıyordu. Kıyafetlerim, saçlarım, makyajım ile ilgili yorumlar yapıyor, arkamdan dualar okuyarak beni uğurluyordu. Akşamları yine aynı şekilde en sevdiğim yemekleri yapmış oluyordu. Evdeki bu bayram havası annemin işlerine kafa yormayı uzun süre önce bırakmış olan babamın bile dikkatini çekmeye başlamıştı. Bu seramonik yemekler esnasında, sözde, çaktırmadan o gün biriyle tanışıp tanışmadığı öğrenmeye çalışıyordu. Sabrı, neşesi azalmıyor, sanki her gün “gün bugün” diyen bir enerji ile kalkıyordu. Bense onun bu enerji halkalarına dahil olamadığım ve ona iyi bir haber veremediğim için üzülüyor, aynı zamanda da içten içe bu şiddetli kurtulma isteğine alınmaya başlıyordum.

Seansın üzerinden iki hafta geçmişti ve annemin bana olan ilgisi biraz azalmıştı, en azından daha popüler bir konu vardı gündemde. Her yaz başında ilçemizde düzenlenen yaz pikniği için koşturuyordu tüm kadınlar. Ninelerin, dedelerin, tabi ki kocaların ve tüm sabi sübyanların katılımı ile, gerçekleşen bu cümbür cemaat cümbüş hem yazın müjdeleyicisi hem de herkesi bir araya getirmek için bulunmaz bir fırsattı. Başta annem ve yakın arkadaşı Fisun Teyze olmak üzere tüm kadınlar kendi aralarında pişirip götüreceklerine karar verdiler, bir hafta boyunca hazırlandılar, dolmalar sarıldı, köfteler taptaplandı, pilakiler pişirildi, börekler, baklavalar açıldı, mangalda pişirilecek etler iki gün önceden terbiyeye yatırıldı. Orada eğlenmemizi sağlayacak çeşitli aktiviteler organize edildi, gerekli araçlar tedarik edildi, ip mi atlayacaktık, voleybol mu oynayacaktık, kim hangi takımda olacaktı, mutlaka holihop çevirecektik, iskambil kağıtları da tabi ki unutulmadı, büyük çekiliş için hediyeler toplandı, her şey hazırdı. Mesire yerine bizi taşıyacak otobüs ise babam tarafından hazırlandı. Hem ilçemizin hem şenliğimizin reklamı olsun diye, otobüs beyaz pankartlar ile giydirildi. Yol boyunca ve piknik esnasında bize eşlik edecek, müzikler ayarlandı, mahallenin gözü açık, eli çabuk birkaç genci tarafından günün popüler, özellikle de oynak müziklerini içeren kasetler dolduruldu. Bir bayram, bir düğün havasında yapılan bu hazırlığın gerçekten de hayırlara vesile olacağını o an kimse bilmiyordu. Hele ben gitmek konusundaki isteksizliğimi aileme ifade edemediğim için kendime kızıyor, kendi dünyamın rutininden kurtulabilmek için çareyi aralıksız kitap okumak da buluyordum.

Ve Pazar günü geldi. Sabah erken bir saatte, tam olarak 07:30’da, buluşuldu otobüsün kalkacağı belediye sarayının önündeki bahçede. Çeşmenin etrafına toplanmıştı, kadınlı, erkekli, çoluk, çocuk kalabalık. Sanki her gün dip dibe yaşayan, birbirinin her detayını bilen insanlar değildik de yıllardır birbirlerine hasret hısımlardık. Bütün nidalar, gülüşler, sarılışlar o şekildeydi. Hem ortamın enerjisi henüz uyanmamış bünyeme fazla geldiği için hem de annemin otobüsün en ön sırasında oturma isteğini yerine getirebilmek için otobüse doğru yöneldim, başım önde, içi bomboş, taşımakta zorlanıyormuşum gibi yavaş bir tempo ile çıktım merdivenleri, tam şoförün arkasındaki koltuğa otururken, bir an içimden bir ses, annemin sesi, “neden şoförün arkasına oturdun ki, diğer taraf daha rahattı, önümüz açık olurdu.” dedi. Emin olamadan tekrar ayağa kaktım, orta yerde kalakaldım, aşağı inip herkesin içinde anneme hangini tercih edeceğini de soramazdım, o zaman yaptığımın bir anlamı kalmazdı. Çaktırmamam gerekiyordu çünkü. Duygusal bir ikilem içinde şaşkın ve kararsız etrafa bakınırken orta kapının iki sıra arkasında kafasını başlığa yaslamış, bir baş ile göz göze geldim, bana bakıyordu ama sanki benim gözlerimin içinden uzaklara, kimsenin göremediği bir yerlere bakıyordu. Boş değildi bakışları, dikkatli, anlamlı, derindi. Bu bir çift yeşil göz, evet, buydu ilk fark ettiğim, sonra birbirinden düzgün diğer yüz hatlarını sırasıyla inceledim, filmlerde gördüğüm artistlere benziyordu, yüzündeki derinlik, yaşının üzerinde, aşağı doğru kaymış çizgiler ise eski Türk edebiyatından çıkmış gibiydi. Nefesimin kesilmesi mi, kulaklarımın uğultusu mu, başımın dönmesi mi önce başladı, hatırlamıyorum. Filmlerdeki gibi, içinde bulunduğum mekan ansızın etrafımda dönmeye başladı. Hayatımda gördüğüm en güzel gözler, yüzündeki şefkatli ifade, bakışlarındaki sıcaklık içimde bir şeylerin akmasına neden oluyor, kalbim yabancı olduğum bir ritm ile aralıksız çarpıyor, mideme kramplar saplanıyordu. Peşimde oluşan kuyruğun ve hatta  bana seslendiklerinin bile farkında değildim. Birden annemin sesi ile irkildim ve kendimi otobüsün arka tarafına doğru attım. Annem bomboş olduğu halde neden ön sıraya oturmayarak arkaya doğru ilerlediğime bir anlam vermeye çalışıyor, bir yandan da sesine yüklediği kinaye ile bu konuda beni iğnelemekten geri durmuyordu. Söylene söylene arka tarafa doğru ilerlerken bir an durdu ve arkadaki genç erkeği fark etti. O da önce şaşırmış ama sonrasında benim gibi tıkanmak yerine genelde yaptığı gibi aniden, aklına ilk gelen kelimeler ile düşüncelerini dile getirmişti. “Ayol bu çocuk da kim, nasıl bindin otobüse, oğlum…” derken arkadan Sultan Teyze atıldı, “Aşk olsun ayol, bizim oğlan Selim, tanımadın mı, askerden geldiydi geçen hafta, sen zaten göz aydına da gelmediydin, içerlemiştim ben de, haberin yok muydu sahi?” “Aşk olsun” evet olacaktı ve bunu o an olaya kıyıdan köşeden kulak kabartan herkes emindi sanki. O an annemin gözlerindeki parlamayı fark edecek haleti ruhiyede olmama ve göz parlaklığının erişemeyeceği bir mesafede olmama rağmen, üzerime hızlı adımlarla gelen annemin aklından geçenleri okuyabiliyordum.

Piyangoda büyük ikramiyeyi tutturmuştu sanki, veya tüm meslektaşlarını atlatarak süper starla söyleşi yapmış bir muhabirdi, veya topraklarına yeni memleketler katmış bir komutan, hadi o da olmadı, uzaya gönderilecek ilk mekikte yer alan bir astranot edasıyla oturdu yanıma. Hızlı hızlı düşünmeye çalışıyor, yüzündeki muzaffer çizgiler acil hareket planları tasarlıyordu, o an her şeyi unutmuş, bana ve gökten zembil ile inen damat adayına odaklanmıştı tamamen. Bir yandan kendine kızdığını da hissedebiliyordum, nasıl olmuştu da daha önce onun aklına gelmemişti, bu burunlarının dibindeki alternatif. Ama çocukken bu kadar yakışıklı değildi , e tabi elbette, askerdeyken serpilmiş, çocuktan, erkeğe dönüşmüştü görüldüğü üzere. Etrafta insanlar varken bana direktif vermek için kullandığı ses tonu ile, yani dişlerini açmadan ve dudaklarını minimum devinimde kullanarak konuşmaya başladı. “Beğendin mi kız çocuğu, e haklısın, pek de yakışıklıymış, rahmetli babası gibi, boylu poslu maşallah. Biliyorsun değil mi kim olduğunu?” Nefes almadan konuşuyordu, aralıksız, cevap ya da reaksiyon beklemeden. “Sultan Teyze’nin oğlu, hani rahmetli Yavuz amcan vardı, hatırlarsın, sen küçükken, trafik kazasında kaybetmiştik, gençkene de babasına aşıktı tüm mahalle kızları, bildin mi kızım, onun oğlu işte, askerden gelmiş yeni, maşallah pek de efendi çocuk, dükkanları var biliyorsun üç tane, biri şu çarşıdaki büyük mağaza, bildin mi, sırtın yere gelmez, beğendin mi ama bak doğruyu söyle. Tabi O’nun da seni beğenmesi lazım ama niye beğenmesin, sen de çok güzelsin maşallah, ay ne güzel torunlarım olur benim…” “Anne” diyebildim sadece, yapabildiğim tek şey e’yi biraz uzatmaktı o kadar. Anneme karşı hiçbir savaşı kazanamayacağımı biliyordum ama bir dakika galiba bu sefer zaten kazanmak istemiyordum. Gülümsedim farkında olmadan, yüzümdeki gülümseme yüzümü nasıl aydınlattıysa annem birden bir enerji topuna dönüştü, muzip bir bakış gönderdi bana, ansızın bana dönük olan bacaklarını dışarı attı, bacakları ondan hızlı vardı arka tarafa, yanımdan kalkmış ve arkaya, Selim’in yanına sıçramıştı, sanki ateşin samanlıktaki engellenemez yayılışı gibi.
On beş dakika boyunca annem konuştu, Selim dinledi. Artık ne anlattıysa çocuk sadece tebessüm ediyor hatta bazen kahkaya kadar vardırıyordu gülmesini. Annem ise sakin, sessiz konuşuyordu, anlattığı şeyin kendisine zevk verdiği ise yüzünden anlaşılıyordu. 15 dakika sonra annem tekrar yanımdaydı, ben hem utancımdan, hem de renk vermekten korktuğumdan arkaya kaçamak bakışlar gönderebilmiştim sadece. Hiçbir şey olmamış gibi, walkmanimi dinlemiş, kitabımı okumuştum, daha doğrusu okur gibi yapmıştım, lakin on beş dakikadır aynı sayfa açıktı. Annem tekrar yanıma geldiğinde yüzünde kocaman bir sırıtma vardı ve gözlerindeki ifadeyi bu sefer net olarak anlayabiliyordum, işin kötü tarafı aynı ifade çevre koltuklarda oturan ve böyle durumları asla kaçırmayan diğer komşu teyzelerde de vardı. Annem söze inanılmaz bir direktlikte girdi “Yavuklusu, sözlüsü falan yokmuş, içinin seveceği bir kız bulursa hemen evlenmek, yuva kurmak, yerini yurdunu bilmek istiyormuş, ama önce sevmeliymiş, sevgi ve saygı üzerine inşa etmek istermiş geleceğini. Bak bak bak, senin gibi büyük cümleler kuruyor o da, gördün mü! Çarşıdaki dükkanda oturacakmış, bir yandan da diğer dükkanların muhasebe işlerine bakacakmış, bu arada arabaları pek bi severmiş, rahmetli babası gibi araba alıp satmayı da sürdürecekmiş, arabaları İstanbul’dan aldığı için seni de götürür, bol bol gezersin bak ne güzel. Öyle içkisi, sigarası, gece gezmesi yokmuş ama annesine çok düşkünmüş, yalnız olduğu için, e o kadarına da he diyeceksin, görevdir zaten, hem Sultan’dan iyi kaynanayı nerden bulacaksın, değil mi ama. Hali vakti yerinde olunca seçiciymiş tabi biraz, eğitimli bir kız istiyormuş mutlaka, lise mezunu olmalıymış en az, çocuklarını iyi yetiştirebilmesi için, ha en az iki ama mümkünse üç dört çocuk olsun istiyormuş, Allah verirse tabi. Büyük bir aileymiş en büyük özlemi.” Dedi ve ben inanamadım bu kadar sürede bu kadar çok şeyi konuşmuş olabileceklerine. Bir de işveli anlatıyordu, kendini nasıl da kaptırmıştı, benim değil de kendi kısmetinin reklamını yapar gibiydi. “Ee” dedim farkına varamadan ağzımdan çıkan sözcüklerin, “beğendi seni, anlattım da marifetlerini, eğer tamam dersen oldu bu iş” dedi ve beni kolumdan sürükleyerek yanına götürdü Selim’in. Göz göze geldik, gülümsedi, “Merhaba, ben seni hatırlıyorum, sen hatırlamadın beni değil mi?” dedi, konuşamıyordum, hem utancımdan, hem kalp çarpıntımdan, oturdum yanına sadece. Bu sırada annem oldu bu iş diye ellerini çırparak ön tarafa doğru ilerledi. Komşu kadınların hepsi, gülüyor, anneme laf atıyorlardı, babam dahil erkeklerin ise hiçbiri henüz durumun farkına varmamıştı, daha doğrusu ben öyle olmasını diliyordum.Yol boyunca konuştuk. Çocukluğumuzdan, çocukken beraber oynadığımız oyunlardan, ilçemizden, ailelerimizden, özellikle de babasından, gelecekte neler yapmak istediğimizden konuştuk uzun uzun. İki eski arkadaşın uzun zaman sonra karşılaşması gibiydi sadece. Bu arada piknik yerine gelmiştik, teker teker herkes otobüsten iniyordu, en sona biz kaldık. Aşağıya indiğimizde ise herkes anlamlı bir şekilde bize bakıyordu.

Babamın da içinde bulunduğu “babalar ve askerliğini yapmış erkek çocuklar” grubu rakıları birbirinden güzel yemekler eşliğinde ardı ardına yuvarlıyor, her dakika biraz  daha çakır keyif oluyorlardı. Kadınlar, bir yandan erkeklere servis yaparken, bir yandan da kendileri patlayasıya yemekten geri durmuyorlar, eğlenmeyi her zaman olduğu gibi yemek ile özdeşleştiriyorlardı belki de hayatlarında özgür olarak tüketebildikleri tek şey olduğu için.  Gençler ve çocuklar ise çeşitli aktivitelerde bulunarak enerji sarf etme yarışına girişmişlerdi ki birazdan kimin kim ile kavga edeceği, kimin kimi düşüreceği, kimlerin mızıkçı, kimlerin katılımcı, kimlerin oyuncu olduğu gören bir göz için aşikardı ve fakat ortada gören bir göz yoktu. Bu arada biz de Selim ile otobüsten indikten sonra ayrılmış, kendi hemcinslerimizin yanında yer alma mecburiyetimizi yerine getirmiştik. Ben annemlerin hemen yanındaki bir ağacın altında, pazar sabah kuşağı filmlerindeki iyi aile kızları gibi, ki öyleydim, ayaklarımı altıma almış, piknik ile uzaktan yakından alakası olmayan beyaz elbisem ile oturuyordum, ayaklarımı sağ taraftan altıma almış. Kucağımda kitabım, yüzümde engel olamadığım gülümsemem ve dışarıdan fark edilemeyen kalp çarpıntım ile bugünün hiç bitmemesini istiyordum. İlerleyen saatlerde babamlar iyice demlenince, annemler de bizi yan yana getirmek için ufak çaplı bir plan tasarladılar. 5 dakika içinde Selim benim ağacımın altındaydı, yan yana bulduk kendimizi ansızın, ama konuşacak bir şey bulamıyorduk, kelimeleri tüketmiştik sanki, konuşulacak konuların hepsi otobüste kalmıştı, ikimizin de üzerinde önlenemez bir çekingenlik vardı. Doğalığımız kaybolmuştu, kasılıp kalmıştık.  Biz öyle boş boş havalara bakınarak ve hafif hafif, yarım dudak tebessüm ederek, arada bir iki mırıldanarak, etrafla ilgili yorumlar yaparak oturuyorduk ki kopan bir kahkaha bir nefes almamızı sağladı. Halbuki kahkahanın sebebi bizi utançla karışık bir sevincin diplerine gönderecekti haberimiz yoktu. Konuşmaya şahit olmama rağmen, annemin defalarca anlatması nedeni ile, o hafızalardan hiçbir zaman silinmeyecek sahne, ağır çekimde izlenen bir film gibi hala gözümün önünde.

Erkekler iyice çakır keyif olmuşlardı, tatlı bir muhabbetin tam orta yerinde babamın gözü bize ilişmişti. Önce biraz homurdanmış, sonra da söylenmek amacıyla ayağa kalkarak annemin yanına doğru ilerlemişti. Anneme “hanım, olmaz ama böyle yalnız başına oturmalar falan, herkes ne der, gelinlik yaşta kız, cık cık cık” derken, Sultan Hanım lafa girmiş, bu arada diğer yetişkinler de sessizce etraflarını sarmıştı, sokak tiyatrosu seyreder gibi. “ne kadar yakıştılar ama bak birbirlerine Halit Bey”, biraz kinayeli, biraz cilveli, ama çokça da hoşnut Sultan Hanım’ın sesi. Babam çakırkeyifliğin verdiği rahatlıkla “e oldu olacak burada bir söz kesiverlim gitsin gari” diyivermiş, annemin bile ağzının açık kalmasına neden olmuştu. Sultan Hanım rahat durmamış, bir erkek annesi olmanın verdiği gurur ile “ay siz şimdi oğluma mı talipsiniz ayol” diyiverince de herkes birlikte kahkahayı patlatmıştı.  Kapanış repliği ise babama aitti, o tok ve gür sesi ile “Sultan Hanım, Allah’ın emri, peygamberin kavli ile oğlun Selim’i kızımız Bahar’a istiyoruz.” diyerek ilçe tarihine geçmemize neden olmuştu. Kapanan perdelerin ardından büyük bir kahkaka ile alkışlar aynı anda kopmuştu. Konuşulanları takip ederek, yapılan esprilerden olanları idrak etmem ile bayılmam bir oldu. Babam bana koca istemişti, yok artık, rüya görmüş olmalıydım. Ayıldığımda hala yanımda Selim vardı ve benim gözlerime de uzaklara baktığı gibi derin, ama daha anlamlı bir o kadar buğulu ve en önemlisi bir bebeğe bakar gibi sevgi dolu bakıyordu, yine sessizdi. Bir şey söyleyemedim, ne diyebilirdim ki, bir babanın kızına koca istediği bir vodvilde başroldeydim, durduk hatta kalakaldık bana çok uzun gelen bir süre, şaşkınlığımızı dışa vurduk sonra ilk yaşamsal tepki olarak ve sonra kocaman bir kahkaha patlattık birlikte. “Torunlarımız bu hikayeye bayılacak” dediğinde anladım rüyada olmadığımı ve içimden bir ses geçti, kendi sesim olduğuna inanamadığım “elemtere fiş, kem gözlere şiş, üzerlik otu çatlasın, nazar eden patlasın.” 

Burçe Bulut
Temmuz 2006, İstanbul


Bu hikayenin tüm hakları Burçe Bulut Ozan'a aittir, izinsiz olarak alıntı yapılamaz, kopyalanamaz, kullanılamaz.